Geçen Manhattan’da geçen yoğun bir günden sonra oturdum bilgisayarın başına Türkiye’de neler oluyor diye Internet’te okumaya başladım.
İlk haberler süper; Türkiye her zaman olduğu gibi ekonomik mucizeler yaratıyor, bakanlar binlerce dolarlık saatler alabilecek ekonomik seviyeye gelmiş, insanlar artık evlerine para sayma makinesi almak zorunda kalmış, o kadar çok kazanıyorlar ki, elle saymak mümkün değil. Bende bir memnuniyet bir memnuniyet.
Türk dostu bir insanım sonuçta, sırf bu sevgiden Türkçe öğrendim. Aksanım bozuk olsa da yazım – çizim iyi, okumam ise süper seviyede Allah’a şükür.
İşte bu keyfimi arttırmak için aşağılara inerken bir de baktım bir yazı.
K.K adında bir adam çıkmış bir Cumhuriyet savcımıza “savcı bozuntusu” demiş.
İşte tam orada “savcı”dan sonra zaten “bozunt”a kadar okuyabildim, “usu”yu okuyamadan gözümün önünde gittikçe artan bir beyazlık bir beyazlık, dedim kendime “Tanrım, Nirvana’ya ulaşıyorum!”
Işık gittikçe büyüdü büyüdü, gözlerimi kapatacağım neredeyse ama o da kısmet olmadı, dank(!) diye devrilmişim.
Tam devriliyorum, insan ne tuhaf bir canlı, “Tamam dedim içimden, gittim ben buraya kadar!”. Öldüğümü sandım resmen.
Sonra bir ara, “fıs fıs” diye bir ses geldi, malum inancımızda yani Hristiyanlıkta insanın içinde ruh diye bir şey yoktur. Müslüman ve Musevilere göre vardır, bize göre yoktur yani.
İşte o ruh olsa ben çoktan onu teslim edecektim. Ama olmadığı için teslim de edemedim. “Fıs fıs” sesini duyunca, “Tanrım öldüm, herhalde dirilme böyle bir şey!” diye geçirdim içimden, bir daha “fıs fıs” sesini duyunca, gözümü hafiften açacak oldum, bir “fıs fıs” daha, vay anam bu ne? Tanrım gözümde bir yanma bir yanma, avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “İsa İsa İsaaaa!”…
Kolay değil, insan öldükten sonra yeniden böyle diriltiliyor diye düşündüm, gözümü açar açmaz “fıs fıs” sesiyle birlikte gözüm yanınca, kendimi cehennemde sandım. Meğer yanılmışım, karım, biz zengin olduğumuz için evde kolonya da yok, suratıma ayılayım diye parfüm sıkıyor, normalde Türkler kolonyayı ele sürer, “şap şap” surata vurur. Bizde “fıs fıs” surata parfüm sıkılıyor. İşte gözümü açarken gözümün için “fıs fıs” edilince doğrudan gökten yere büyük bir acıyla iniyorsunuz. Beni en nihayetinde gözüne kolonya kaçan insanlar anlar.
Ayılır ayılmaz, bir titreme bir titreme, Tanrım bu nasıl bir hakaret, bu nasıl bir saygısızlık?! Savcıya “savcı bozuntusu” demek nasıl bir şey? Burada yani Amerika’da olsa, öyle adamı vatandaşlıktan çıkarıp daha evdeyken üzerine turuncu tulumu takıp doğru Guantanamo’ya gönderirler.
Ellerim nasıl titriyor, aldım elime telefonu önce nereyi arayayım, ne yapayım diye düşünüyorum? Bir yandan numara çeviriyorum, ama nereyi çeviriyorum ben de bilmiyorum?! Çevirdim çevirdim, hayır bir yere varmayacak bıraktım. Karım paniğe kapıldı, “Thomas – Thomas, dağ gibi adamı delirttiniz!” diye bağırmaya başladı. “Ulan karı sus!” hayır, bağırıyor, “Dağ gibi adam gitti! Thomas’ımı elimden aldınız!” Ben kendi derdime mi yanayım, bayılmış gitmişim, düşerken kafayı vurmuşum kafam yarılmış, uyanırken gözüme parfüm sıkılmış, sayın savcıma “savcı bozuntusu” denmiş, karım elden gitmiş, delirecek gibi olmuş ve hatta belki de delirmiş?!
Derken, bir numara buldum; CHP Genel Merkez’in numarası, güç bela aradım, telefona bir kızcağız çıktı! “Ben Thomas” der demez, “O bize komaz!” deyip şak diye suratıma kapattı. Arıyorum, gene aynı kız “Ben Thomas” diyorum, Tanrım bu nasıl bir rezalet, “Telefon sapığı” mı demediler? “He he ben de Maykıl” mı demediler? Tanrım delireceğim, delirmek üzereyim, inandıramıyorum Thomas olduğuma! Bağırıyorum artık telefonda “Ben Thomas Yawton!” bu sefer de “He yaw yaw” demesin mi? Tanrım, aklıma mukayet ol ya Rabbi!
Ulan sizin gibi ana muhalefetin de, deyip çat diye kapattım telefonu karının yüzüne!
Oradan hemen Nuh Hüseyin var, değerli bir hakim! Onu aradım. Kendimi tanıttım, beni sever ben de onu severim. İyi bir insan, özü – sözü bir. Hislerimi anlattım, o da aynı fikirde. Hazmedememiş. Ben de hazmedemedim. O benim kadar hisli değil, tam bir yargı mensubu; metin – fehim – kahim – cahim – vahim – vahar ve hatta kahhar! Yani Mecelle’de sayılan tüm niteliklere sahip. Ben bayıldım gittim, onda sadece hazımsızlık oluşmuş, o derece soğukkanlı bir insan yani.
Sesim titriyor tabi; anladığı ruh halimi; ben teselli edeceğim, “Herkes kendine yakışanı yapar!” falan diyeceğim, o beni teselli ediyor. Sanki bana “savcı bozuntusu” demişler gibi, bana nasihatlarda bulunuyor, üzme kendini, falan diyor.
Nasıl üzülmem? Bir insan bir savcıya nasıl “savcı bozuntusu” diyebilir? Ben 20 senedir New York’ta avukatım böyle bir şey ne gördüm, ne duydum!? Olamaz! Hayır, kabul etseler ilk uçakla oradayım, savcı Mehmet Bey, nazik bir insan, güzel bir insan, soyu sopu belli, taaa ataları belli, bey soyundan gelen bir insan? Buradaki imaya bakar mısın? Aşağılamaya, yargı mensubuna saldırıya bakar mısın? Aklım almıyor?! Dünyanın diğer ucundan ben hazmedememişim, Nuh nasıl hazmetsin? Haksız mı, tabi ki haklı?!
Ben hemen orada duracak değilim, rica ettim; “İzin verin ilk uçakla geleyim, New York barosunu ayağa kaldırayım, arkadaşlarımı da alırım yanıma, bize vekalet çıkarı, para falan istemeyiz!” dedim.
Nezaketi o kadar yüksek ki, “Olur mu öyle şey, hem gerek yok burada avukat arkadaşlar var, onlar da bize ücretsiz bu işi görür merak etmeyin!” falan deyince, biraz içim soğur gibi oldu.
Ben de para istemem, ücret ne ki? Para sizin köpeğiniz olsun, New York Baro’su sizin yanınızda! Biliyorum, İstanbul Barosu çoktan alarma geçip Ankara’ya doğru Yargı Seferi’ne çıkmıştır. Sen misin adalete saldıran, sen misin savcıya “bozuk” diyen!? Vereceksin hesabını!
Ama tüm bunlar olurken, Nuh Bey bir şeyi daha hatırlattı, sayın savcımı, Edirne’ye sürmüşler. Bu kabul edilemez. Edemem yani, nasıl olabilir? Hem adama söveceksin, yetmeyecek bir de süreceksin! Neyse ki Adalet.Org’da hala üye. Bir de oradan atsalar?!
Yargı dediğin, böyle zamanlarda belli olur. Yek vücut olacaksın, iri olacaksın, diri olacaksın, dim dik duracaksın! Nah işte böyle! Yani dim dik! Eğilmeyeceksin, seni eğmeye kalkarlar, sana saldırırlar, böyle bir sürü iftira yersin, misal “Umre’ye bilmem hangi işadamı götürmüş – getirmiş” derler; gidiş – geliş faturalarını, mini bar faturalarını toplayacaksın; “Saat aldı taktı!” derler, faturasını saklayacaksın, mümkünse saati takmayacaksın!
Bir de bu sana destek olan arkadaşlarını unutmayacaksın, misal ben, uçak biletini kendi cebinden ödeyerek size yardım ve hizmet etmeye can atan gariban Thomas Yawton’ı unutmayacaksın, onun çırpınışlarını hatırlayacaksın, kim bilir belki bir gün benim de Türkiye’de bir yardıma ihtiyacım olur, bir haciz olur, ne bilim bir ihtiyati tedbir olur, şak diye vereceksin, beni de mağdur etmeyeceksin, ne demişler, bugün bana yarın sana… Yargı olarak böyle dim dik duralım, iri olalım diri olalım, dolgun olalım, elini atanın eline gelelim!
Her zaman yanınızda olan ve hizmete hazır arkadaşınız olarak bir kez daha kınıyorum olanları, yanınızdayım; Nuh Hüseyin kardeşime de HSYK seçimleri yaklaşıyor başarılar diliyorum ayrıca…
Sevgiler,