20 Mart 2018 Salı

SAYIN DANIŞTAY BAŞKANIMIZIN KIZI

Bir kaç yıldır, yoğun işlerim nedeniyle yazılarıma ara vermek zoruna kalmıştım. Bu süre içinde, kalbimde İstanbul sevgisi, yemekten içmekten soğumuş, o kilise senin bu kilise benim gezmekteydim.

Bu arada, zaman zaman Internet'e baktığımda sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yapılan hürmetsiz  davranışları görüp kahroluyordum. Oysa bizim burada Donald Trump diye biri seçilmişti, okuduğumuz dinlediğimiz tek haber Trump - af buyrun - hangi porno yıldızı ile ne yaptı? Bir Amerikalı olarak, keşke Türkiye bizi işgal etse bu sefaletten kurtulsak diye İsa'ya gece gündüz yakarmaktaydım.

İşte bu duygu dünyasında yüzerken, bugün "Bu kadar da olmaz! Oha, çüş!" denecek bir şey gördüm.

Bazı CHP'liler sayın Danıştay Başkanı'nın kızına sarmışlar. 

Yazıktır, ayıptır, günahtır! 

Neymiş, 54 puanla hakim yapılmış!

Neymiş, Elazığ'a tayin olur olmaz Yargıtay'a tetkik hakimi yapılmış.

Bunları yazanları İsa'ya havale ediyorum.

İnsanlık ölmüş. 

Türkiye gibi cennet bir ülkede, ekmek elden su gölden, tam sosyal güvenlik içinde yaşadıkları için kendini kaybetmiş, haset - garez - kin ne ararsan var, bu insanların bu sözlerine o hanfendi tenezzül edip cevap vermez, ben insanlığımdan utandım, ben cevap vereceğim!

Evet ben! Thomas Yawton!

İnsanlığınızdan utanın! Beni bile yazmadığım koskoca üç yılda İsa'dan soğuttunuz! Utanın! Bu mu sizin insanlığınız?

Bu mu siyasetten anladığınız?

Hayatının baharında peygamber postuna oturan bir genç hanfendiye karşı yaklaşımınız bu mu? Sizin ananız, karınız, bacınız yok mu? Bu kadar mı inancınızı kaybedip şeytanın esiri oldunuz? 

İsa sizi affetsin!

Bu kardeşimizin Yargıtay'a tüm itirazlarına rağmen atandığını bilmiyor mı?

Elazığ'a tayin edildiğinde, "Burası Ankara'ya çok yakın oldu, ben Şırnak, Hakkarı, Pekin ya da Tokya gibi uzak bir yerde hizmet etmek istiyorum!" diye annesi ile geceler boyu tartıştığını görmediler mi? Ayıptır?

Ne yaptı hayatının baharındaki bu hanfendi size? Bu kadar mı intikam bürüdü gözlerinizi, yazıktır!

Kardeşimiz Yargıtay'a, tüm itirazlarına rağmen atanmıştır. Hiç bir vicdanlı insan bu hakikati göz ardı etmemelidir. Yargıtay'ı bilen bilir, teknik hakimliğinin nasıl yorucu, nasıl insanı bezdiren bir görev olduğunu Soner Yalçın bile yazmadı mı?

Demek ki bu kardeşimiz Yargıtay'a gönderilerek kendisine yapılan kötülüğe bile ses çıkarmayacak bir edeple büyütülmüş! 

Oysa biraz Soner Yalçın okusalar, biraz kiliseye gidip günah çıkarsalar, belki cahillikleri belki içindeki kin ve nefret gidecek, Tanrı onların da kalbine ilim - irfan ve şevkat yerleştirecek, ama nerde?

Diyecek bir laf bulamıyorum!

Tanrımız İsa bu CHP'lileri bildiği gibi yapsın!

Ayıptır, yazıktır, günahtır yaw!

5 Şubat 2015 Perşembe

BİZE YİNE HAİNLİK DÜŞTÜ!

Biliyorum, siz değerli okuyucularımdan uzunca bir müddet ayrı kaldım. İnanın, yazı yazma ateşi beni bir kor gibi, en az sizin de yazdıklarımı okuma isteğiniz kadar, beni yakıp bitirdi.

Ama bu o kadar kolay bir iş değil. Bazen ben de her düşünür gibi inzivaya çekilip, hayat üzerine düşünmek, kendimi hesaba çekmek zorunda hissediyorum. Tabi, içimde oluşan kırıklıkları biraz olsun inzivanın ve tefekkürün derinliği içinde tedavi etmeye de çalışıyorum elimden geldiğince. Bu süre içinde bana e-posta ile, telefon ederek ya da telgraf ile ulaşan veya ulaşmaya çalışan herkese yeniden kavuşmanın heyecanı içerisinde bu bölümü fazla uzatmak istemiyorum.

Ben her şeyden önce bir fikir adamıyım. Entelektüel bir sorumluluğu taşıyorum omuzlarımda. Kolay bir şey değil netekim. Yani bir yazıya başlayıp, ikinci paragrafa geldiğimde ilk paragrafta ne yumurtladığımı hatırlamak kolay diye düşünüyorsanız bir de siz deneyin. Hele ki birden fazla paragraf yazmışsanız, hepten içinden çıkılmaz bir hale dönüşüyor yazı, sonra da bırakıp gidip kendinize çay demliyorsunuz.

Her neyse.

Şimdi bu uzun inzivanın ve suskunluğun sebebini siz değerli okuyucularım ve fikirdaşlarım ile paylaşacağım. Neler yaşadığımı, neler çektiğimi siz de görün.

Bundan bir müddet önce ofisimde kendimi derin düşünceler içinde kaybetmişim, fikir adamı olduğum için bu hal sık sık başıma geliyor, ben diyeyim iki - üç saat siz anlayın 10 saat, bazen öyle oluyor ki, günlerce meditasyon halinde transtan çıkamıyorum.

İşte böyle bir hal içerisinde, telefon çalmış, çalmış, çalmış... Birisi beni sürekli aramış, dakikalar süren çaldırma seansını zor bela o da transın zayıflar gibi olduğu bir anda duyabildim. "Acaba adalet ihtiyacı içinde olan bir fukara mı?" diyerek hemen yerimden fırladığım gibi telefonu cevapladım.


Yine benim gibi, kendisini adalet hizmetine adamış, ömrünü bu işe vakfetmiş bir değerli HAKİM ARKADAŞIM beni arıyordu, Hakim Michael. 


- Buyrun sayın hakimim, arzu hürmet ederim efendim, nasılsınız, iyi misiniz?

-Alo, alo, Thomas Yawton ile mi görüşüyorum?
- Evet Hakim Bey, benim benim Thomas Yawton, arzu hürmet ederim, saygılar sunarım.
- Yaw Thomas, acil sana ihtiyacım var... Bizim ev taşınıyor, tayinim çıkmış, biraz yardıma ihtiyacım var, biliyorsun evde bir sürü dosya, adalete adanmış bir ömrün biriktirdiği birbirinden değerli kitaplar, hediyeler, plaketler, rozetler... Bunları alelade, hukuktan, adaletten anlamayan birilerine teslim edemem, senin de burada olman lazım.
- Ne demek efendim, tabi tabi, şeref duyarım...

Telefonu kapatır, kapatmaz; ofisten hızlıca çıktım; arabaya atladığım gibi, Hakim Bey'in evine vardım. Hakim Bey'in evi, Manhattan'ın "downtown" denilen kısmında, yani şeye Brooklyn'e yakın, Manhattan'ın ucu neredeyse... Ben deyim 30, siz deyin 40 katlı binalar, tabi hepsi lojman...


Talihsizlik bu ya, yük asansörü bozulmuş. Diğer asansörleri de eşya için kullanmak mümkün değil. Misal bu olay Türkiye'de olsa, "Çekilen lan ben dövletin hakimiyim!" dersiniz, icabında gelen yöneticinin sırtına yükler indirtirsiniz eşyanızı değil asansörü kullanmak. Ama işte Amerika başka bir yer azizim, neler yaşıyoruz, kurallar altında nasıl eziliyoruz, birazdan arz edeceğim?!


Hakim Bey'in evi neyse ki 30. katta değil. Sadece yedinci katta. Baktım, bir kaç zenci ve bir de Hispanik hamal eşyaları yavaş yavaş, tıngır mıngır indiriyorlar. Tabi Manhattan'ın siyahları oranın tabiri caizse kaşarı olmuş. Gariban Hispaniği ezdikçe eziyorlar, kendileri almışlar tablo, resim, uzaktan kumanda onları teker teker sallana sallana merdivenden indiriyorlar. Zaten bir adalet adamına, bir hakime böyle bir muamele yaptıklarını görünce kan beynime çıktı, nazik bir insanım hiç renk vermedim ama tabi gözlerimin kanlandığı ilk bakışta belli oluyor, maksat tatsızlık çıkmasın Hakim Bey rencide olmasın diye bir şey de demiyorum. Neyse, ben varınca Hakim Bey ve ailesi yemeğe gittiler, kaldım mı ben zenci ve bir Hispanikle baş başa...


"İş başa düştü Thomas, bu işi yapsan yapsan sen yaparsın!" deyip, daldım ağır hacimli ne varsa altına. Tabi onların canına minnet, vurdukça vuruyorlar sırtıma, indirdikçe indiriyorum yedinci kattan aşağı...


Bir ara, iki zenci sırtıma çekyatı yüklediler. Anladım zor olacak, ayaklarımda bir derman eksilmesi oldu, ama adalet için buna da katlanmam lazım, deyip yollandım yedinci kattan... Merdivenleri teker teker iniyorum, arkadan bir zenci de, çekyat duvarları çizmesin diye çekyatı eliyle tutmuş kılavuzluk ediyor.


Tam üçüncü kata geldim, telefonum Kara Şimşek'in unutulmaz melodisini çalmaya başladı. Severim o filmi... Dın dını dın dını dını nınının"...


Ama halimi tarif edemeyecek bir haldeyim, sırtımda koca çekyat, merdivenlerin ortasındayım. Arkada zenci, bana faydası yok, duvarları korumakta... Neyse, biraz duraksadım, zenci de durdu... Tek elimle cebimden telefonu çıkardım, telefon sucuk gibi olmuş. Tabi ter kafamdan sırtımdan, böyle kaydıraktan kayan çocuk gibi aşağılara kayıyor, hemen çatalın üstünde omurganın yaptığı bir çukur var, orada toplanıyor, oradan kılları yalayarak çatala iniyor, oradan sonrası biraz ayıp onu söylemiyorum, netice ter oradan da marem bölgeleri çılgınca istila edip, paçalarıma akıyor... Öyle yani...


- Alo, alo Thomas sen misin?

- Benim benim buyrun Hakimim. (Arayan bir başka hakim arkadaşım... Hep hakimler arıyor tabi, hukuk - adalet adamı olduğum için)
-Thomas, Thomas bizim çocuk; Pensilvanya'da bizim bir kışlık- dağ evimiz var, biliyor musun sen onu, işte orada...
- Yok Hakim Bey, bilmiyorum ama adresi mesaj atarsanız bulurum yani.
- Ha işte orada bizim çocuk tabi arkadaşları falan da var, şimdi arkadaşlarını bıraksa ayıp  olur, şömineye atacak odun kalmamış, odun lazım Thomas.
- Odun mu lazım efendim?
- Evet Thomas, odun lazım, sen bir koşu biraz alsan da orada ucuzdur, iki - üç saatte varırsın değil mi bizim dağ evine? Acil lazım çocukların şöminesine?
- Efendim ben şeydeyim, tam bir çekyatın altındayım şu anda..
- Ne çekyatı Thomas, ne altı? Ne diyorsun?
- Çekyat efendim, bildiğiniz çekyat, kaçıncı kattayım konuşurken unuttum, arkamda da bir zenci var şu anda efendim.
- Ne diyorsun sen ya? Yalan at ta böyle olmasın ama Thomas kardeş! Sırtında çekyat, arkanda zenci? Ayıp ayıp, bizim gibi adalet adamlarına, hukuk insanlarına, hayatta adaletten başka bir kaygısı olmayan insanlar böyle bahane şey etmemen lazımdı, çok şey oldum, teessüf ederim yani, gelmiyorum, gelemiyorum de, ama böyle ayıp yani ya...
- Efendim, ne diyorsunuz, valla billa İsa çarpsın, sırtımda bir çekyat, tam altındayım yani ya bir de zenci var arkamda.
- Yazıklar olsun, yazıklar olsun sana, biz yıllarca bir hain, bir yalancıyı beslemişiz, arkadaşımız diye, dosyalarımızı taşıtmışız, ama ilk fırsatta, yazıklar olsun! 

Hakim Bey, telefonda bir şeyler daha dedi ama, ben o pozisyonda yani sırtımda çekyat, arkamda zenci, terden, ayaklarımdaki titremeden sonrasını bek hatırlamıyorum, hatırladığım tek şey, ayaklarımda dermanın git gide kesildiği ve etrafın karardığı...


Gözümü hastanede açtım.


Etrafta bir koşturmaca. Baktım, benim hanım orada kendi kendine söyleniyor! "Dağ gibi adamı alacaklardı elimden, ailemizi böleceklerdi..." falan filan. Sürekli aynı işte...


Doktorlar da doluştu odaya... 


- Thomas Bey, Thomas Bey! Bizi duyuyor musunuz?

- Duyuyorum, duymasına da, neler olmuş bana, en son sırtımda bir çekyat, arkamda bir zenci vardı.
- Ya işte siz kan şekeriniz falan dibe vurunca bayılmışsınız. Kaç yaşında adamsınız, çekyatı yedi kat indirmek de neyin nesi? Avukatın yapacağı iş mi bu? Hamal mısınız siz yahu?
- Yaw, ben şey edecektim, Hakim arkadaşım aradıydı da, şey etmek için oradaydım.
- Neyse, bir ağrınız sızınız var mı? Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?
- Valla nasıl hissedeyim, kıçımda bir ağrı var, çekyat vurdu herhalde.
- Yok çekyat vurmuş olamaz, siz bayılırken mübarek duvarla merdiven demirleri arasına takılmış, üstünüze varmamış.
- Peki ama kıçımdaki ağrı?
- İlginç, biz geldiğimizde siz aşağı yukarı 20 - 25 dakikadır baygınmışsınız, zenci arkadaşlar telefon aramışlar ambulansı çağırmak için.
- 20 - 25 dakikada telefon bulamamışlar mı? 
- Bulamadık, bey'fendiyi yatırıp başında bekledik, diyorlar.
- Ne yani ben şimdi 20 - 25 dakika zencilerin arasında baygın kaldım ve hiç kimse gelmedi mi? Ah kıçım?! Adalet uğruna, başıma neler geldi, Ya İsa! Efendimiz!
- Ucuz kurtuldunuz bu sefer, ya çekyat sizi merdivenlere sıkıştırsa, kafanızı ezse?  Bir avukat bu pozisyona girer mi? Her şeyin başı sağlık!
- Haklısınız doktor, en azından başı kurtardık di mi?
- En azından!
- Neyse yaw, neyse ki hem çekyatın altında kalıp hem de zencilerle baş başa kalmak vardı, en azından çekyatın altında kalmadık.
- En azından, tabi yani en azından.
- Neyse, milletin ağzına; Thomas bir çekyatı taşıyamadı, demesinler diye şey vermeyelim, aramızda kalsın lütfen.
- Tabi ne demek, aramızda kalsın, Thomas bir çekyatı taşıyamadı, demesinler!

İşte böyle, ertesi sabah saldılar hastaneden, bir müddet popomun üzerine oturamadım, kaykılarak oturdum; ama Hakim Bey sağolsun, o da tabi mesuliyet korkusu, tarafsızlığını kaybemesin diye, bana bir kaktüs göndermiş, ziyaretime gelmedi; gelse, hakimle - avukat işi pişiriyor diye laf çıkardı.


Velhasıl, diğer Hakim arkadaşımın bana söylediği sözler, beni çok şey etti, ben bir fikir adamıyım, ince bir ruhum var, alışık değilim bu tür sözlere...


İşte dostlar, aylardır bu yüzden, kalbimdeki kırık yüzünden sizlerden uzak kaldım... Popom bir kaç haftaya düzeldi, problem yok yani, bereket versin çekyat kafama düşmedi, ya düşseydi?


Ama daha acısı dostlarım, o Hakim Bey, hani oğlu Pensilvanya'da dağ evinde odunu biten, o Hakim Bey arkadaşlarını da dolduruşa getirmiş. Arkadaşları da benle selamı sabahı kestiler. Adımızı "hain Yawton"a çıkardılar. Tabi her şeyin bir zamanı var, "Mazlumun ahı indirir Dow John'sı" diye bir söz var New York'ta... 


Bir gün onlar da beni anlayacak, ben kendimi adalet hizmetine adamış, doğrudan - haklıdan ve haktan yana bir fikir adamıyım, kişilerle uğraşmam, zaten dikkat edin bana "hain Yawton" diyen arkadaşın da ismini vermedim, o kendini - kalbimi nasıl parça parça ettiğini kendi bilsin, adını verip rencide etmeyeceğim... İsa aşkına, umarım bu yazıyı arkamdan "Bizi de sattı, hain Thomas!" diyen diğerleri de okur, neler şey ettiğimi anlarlar. Çok üzgünüm netekim.


Sağlıcakla kalın... Adalet ışığınız hiç eksik olmasın!


Not -1:

Hastaneye kaktüs gönderen değerli hukuk adamı Hakim Michael Beyefendiye de yeni görev  yerinde başarılar diliyorum ayrıca.

Not - 2:

Çok sevdiğim çok takdir ettiğim Türk-iyeli hakim - savcılar da yakında Kapadokya'da buluşacaklarmış, beni davet etmediler, bi' arkadaş vardı, benim gibi hakim - savcı sevdalısı, o gelmiyorsa ben geleyim, sunuculukta ben de iyiyimdir, şakalarımla sizi ortadan ikiye yarmazsam yüzüme tükürün!














3 Temmuz 2014 Perşembe

BAŞBAKANIM ARZ EDERİM!

Hiç lafı dolandırmam arkadaş!

Hayatımı zehir ettiniz. Vallahi de billahi de öyle! Ben ki Türk dostu bir insanım. Türkiye’yi, Türkleri; rakı-balık-boğazı çok seven bir insanım, tatillerimi dahi Türkiye’de geçiriyorum ama bu kadar da olmaz yani!

Daha ne diyeyim ki bilmiyorum?

Kaç gün oldu saydınız mı? Bir yazı yazdım, “Hazmedeceksin!” başlığıyla!

Bu nasıl bir hazımsızlık, daha iki gün oluyor yaw yazalı. Sizde vak’a bitmiyor anasını satim. Al işte, şimdi de Danıştay vak’ası!

İlk geniş kapsamlı makalemi okuyanlar hatırlayacaklar, “hazmedemedim” demiştim. Sayın savcıyı önce görevden almış, daha sonra hakaret etmiş ve o da yetmemiş doğru Edirne’ye sürmüşlerdi. Ben tabi burada bir parti tarafı olarak yazmadım yazıyı, şerefli bir devlet görevlisinin bu şekilde bir muameleye tabi tutulması idi beni inciten.

Nasıl hazmedebilirdim ki? Daha o hazımsızlığım bitmemişken şimdi bir de Danıştay çıktı! Bu hazımsızlığı da geçti, resmen bizleri, biz demokrat, hukukun üstünlüğüne İsa’dan fazla inanmış insanları kabız etti!

Ayıptır, günahtır, yazıktır yaw! Bu kadar da olmaz! Biz de insanız!

Sayın Başbakan, ABD’de olsa ben de ona oy veririm hiç tereddütsüz, adam tüm nezaketiyle ülkesine yıllardır hizmet ediyor, çağırmışlar gitmiş bir toplantıya. Danıştay mıdır nedir, işte oraya!

O ne çıkmış bir avukat meslektaşımız, Sayın Başbakanı o kadar insanın önünde, sille tokat dövüyor resmen. Bu ne kibir, bu ne kulak, bu ne boy ne endam. Vurdukça vuruyor! Tabi konuk ne yapsın, önünde mikrofon yok ki? O da garibim, nezaketinden tam bir saat. Koca bir saat, mecbur dinliyor.

Hatip, vurdukça vuruyor; vurdukça vuruyor!

Başbakan tam bir saat sustu, belli ki söylemek istediği bir şeyler var ama nezaketinden bunları da söyleyemiyor. Bir yanında devletin başı Sayın Cumhurbaşkanı, diğer yanında Genel Kurmay Başkanı.

Kendimi o halde düşünüyorum, ben iki dakika dayanamam. Anında veririm cevabını! Ama Sayın Başbakan dişini sıkıyor! Hatip, kendini sağlama almış, koca kürsünün arkasından saydırıyor da saydırıyor!

Bu kadar olur!

Bunu sen ABD’de yapacaksın, gizli servis seni o dakika kürsünün arkasında halleder, daha millet uyanmadan yerine dublörünü koyar.

Çok şanslısın çok!

Neyse, ne diyorduk! Bu avukatlar. Biz de avukatız, bugüne bugün New York Barosu’nun güzide bir avukatıyız! Biz de biliriz bu işleri!

Böyle avukatlık olmaz, böyle başkanlık olmaz!

Ha biz sadece rakı-balık-boğazı değil, bunları da biliriz.

Bir de İstanbul Barosu da açıklama yapmış falan! Yaw İstanbul Barosu sen daha iyi bilirsin, sizin avukatlara söven bir sürü hakim savcı var, onlara gık dedin mi ki bir de kınama yayınlıyorsun?

Bırak bu işleri yaw! Sen kimi kandırıyorsun?!

Hem Sayın Başbakan ne demiş? “Edepsizlik yapıyorsun!”

Yaw, şimdi tutup, “Geri zekalı, aptal, beyinsiz, hasta, manyak, yawşak, puşt, it oğlu it!” falan dese, problem yok tabi.

Niye yok, çünkü bunlar zaten terbiyeye davet sözleri. Yani hakaret falan değil, öyle değil mi? Ha amma velakin “edepsiz” sözü hakaret.

Yaw sizin bu işleriniz SHP dönemi devlet su işlerine döndü, ne zaman musluğu açsan fıssssss!

Neyse, yazıyı fazla uzatmayacağım! Ben her zaman dedim, Sayın Başbakanım bir emriniz var ise, neyse elimden gelen her daim emrinizdeyim, ellerinizden öperim, Türkiye çok şanslı sizin gibi bir başbakana sahip olduğu için!

Sayın Başbakan’a giydirmeye meraklı olanlar, yırtık dondan fırlayanlar, siz de biraz hizaya gelin, kıymetini bilin edepsizlik etmeyin artık!

O kadar hakarete maruz bırakılan Sayın Başbakan emretsin beleş avukatın olayım, uçağa atlayıp 10 saat sonra varayım!

Sevgilerimi saygılarımı sunuyorum.



HAZMEDEMEDİM!

Geçen Manhattan’da geçen yoğun bir günden sonra oturdum bilgisayarın başına Türkiye’de neler oluyor diye Internet’te okumaya başladım.

İlk haberler süper; Türkiye her zaman olduğu gibi ekonomik mucizeler yaratıyor, bakanlar binlerce dolarlık saatler alabilecek ekonomik seviyeye gelmiş, insanlar artık evlerine para sayma makinesi almak zorunda kalmış, o kadar çok kazanıyorlar ki, elle saymak mümkün değil. Bende bir memnuniyet bir memnuniyet.

Türk dostu bir insanım sonuçta, sırf bu sevgiden Türkçe öğrendim. Aksanım bozuk olsa da yazım – çizim iyi, okumam ise süper seviyede Allah’a şükür.

İşte bu keyfimi arttırmak için aşağılara inerken bir de baktım bir yazı.

K.K adında bir adam çıkmış bir Cumhuriyet savcımıza “savcı bozuntusu” demiş.

İşte tam orada “savcı”dan sonra zaten “bozunt”a kadar okuyabildim, “usu”yu okuyamadan gözümün önünde gittikçe artan bir beyazlık bir beyazlık, dedim kendime “Tanrım, Nirvana’ya ulaşıyorum!”

Işık gittikçe büyüdü büyüdü, gözlerimi kapatacağım neredeyse ama o da kısmet olmadı, dank(!) diye devrilmişim.

Tam devriliyorum, insan ne tuhaf bir canlı, “Tamam dedim içimden, gittim ben buraya kadar!”. Öldüğümü sandım resmen.

Sonra bir ara, “fıs fıs” diye bir ses geldi, malum inancımızda yani Hristiyanlıkta insanın içinde ruh diye bir şey yoktur. Müslüman ve Musevilere göre vardır, bize göre yoktur yani.

İşte o ruh olsa ben çoktan onu teslim edecektim. Ama olmadığı için teslim de edemedim. “Fıs fıs” sesini duyunca, “Tanrım öldüm, herhalde dirilme böyle bir şey!” diye geçirdim içimden, bir daha “fıs fıs” sesini duyunca, gözümü hafiften açacak oldum, bir “fıs fıs” daha, vay anam bu ne? Tanrım gözümde bir yanma bir yanma, avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “İsa İsa İsaaaa!”…

Kolay değil, insan öldükten sonra yeniden böyle diriltiliyor diye düşündüm, gözümü açar açmaz “fıs fıs” sesiyle birlikte gözüm yanınca, kendimi cehennemde sandım. Meğer yanılmışım, karım, biz zengin olduğumuz için evde kolonya da yok, suratıma ayılayım diye parfüm sıkıyor, normalde Türkler kolonyayı ele sürer, “şap şap” surata vurur. Bizde “fıs fıs” surata parfüm sıkılıyor. İşte gözümü açarken gözümün için “fıs fıs” edilince doğrudan gökten yere büyük bir acıyla iniyorsunuz. Beni en nihayetinde gözüne kolonya kaçan insanlar anlar.

Ayılır ayılmaz, bir titreme bir titreme, Tanrım bu nasıl bir hakaret, bu nasıl bir saygısızlık?! Savcıya “savcı bozuntusu” demek nasıl bir şey? Burada yani Amerika’da olsa, öyle adamı vatandaşlıktan çıkarıp daha evdeyken üzerine turuncu tulumu takıp doğru Guantanamo’ya gönderirler.

Ellerim nasıl titriyor, aldım elime telefonu önce nereyi arayayım, ne yapayım diye düşünüyorum? Bir yandan numara çeviriyorum, ama nereyi çeviriyorum ben de bilmiyorum?! Çevirdim çevirdim, hayır bir yere varmayacak bıraktım. Karım paniğe kapıldı, “Thomas – Thomas, dağ gibi adamı delirttiniz!” diye bağırmaya başladı. “Ulan karı sus!” hayır, bağırıyor, “Dağ gibi adam gitti! Thomas’ımı elimden aldınız!” Ben kendi derdime mi yanayım, bayılmış gitmişim, düşerken kafayı vurmuşum kafam yarılmış, uyanırken gözüme parfüm sıkılmış, sayın savcıma “savcı bozuntusu” denmiş, karım elden gitmiş, delirecek gibi olmuş ve hatta belki de delirmiş?!

Derken, bir numara buldum; CHP Genel Merkez’in numarası, güç bela aradım, telefona bir kızcağız çıktı! “Ben Thomas” der demez, “O bize komaz!” deyip şak diye suratıma kapattı. Arıyorum, gene aynı kız “Ben Thomas” diyorum, Tanrım bu nasıl bir rezalet, “Telefon sapığı” mı demediler? “He he ben de Maykıl” mı demediler? Tanrım delireceğim, delirmek üzereyim, inandıramıyorum Thomas olduğuma! Bağırıyorum artık telefonda “Ben Thomas Yawton!” bu sefer de “He yaw yaw” demesin mi? Tanrım, aklıma mukayet ol ya Rabbi!

Ulan sizin gibi ana muhalefetin de, deyip çat diye kapattım telefonu  karının yüzüne!

Oradan hemen Nuh Hüseyin var, değerli bir hakim! Onu aradım. Kendimi tanıttım, beni sever ben de onu severim. İyi bir insan, özü – sözü bir. Hislerimi anlattım, o da aynı fikirde. Hazmedememiş. Ben de hazmedemedim. O benim kadar hisli değil, tam bir yargı mensubu; metin – fehim – kahim – cahim – vahim – vahar ve hatta kahhar! Yani Mecelle’de sayılan tüm niteliklere sahip. Ben bayıldım gittim, onda sadece hazımsızlık oluşmuş, o derece soğukkanlı bir insan yani.

Sesim titriyor tabi; anladığı ruh halimi; ben teselli edeceğim, “Herkes kendine yakışanı yapar!” falan diyeceğim, o beni teselli ediyor. Sanki bana “savcı bozuntusu” demişler gibi, bana nasihatlarda bulunuyor, üzme kendini, falan diyor.

Nasıl üzülmem? Bir insan bir savcıya nasıl “savcı bozuntusu” diyebilir? Ben 20 senedir New York’ta avukatım böyle bir şey ne gördüm, ne duydum!? Olamaz! Hayır, kabul etseler ilk uçakla oradayım, savcı Mehmet Bey, nazik bir insan, güzel bir insan, soyu sopu belli, taaa ataları belli, bey soyundan gelen bir insan? Buradaki imaya bakar mısın? Aşağılamaya, yargı mensubuna saldırıya bakar mısın? Aklım almıyor?! Dünyanın diğer ucundan ben hazmedememişim, Nuh nasıl hazmetsin? Haksız mı, tabi ki haklı?!

Ben hemen orada duracak değilim, rica ettim; “İzin verin ilk uçakla geleyim, New York barosunu ayağa kaldırayım, arkadaşlarımı da alırım yanıma, bize vekalet çıkarı, para falan istemeyiz!” dedim.

Nezaketi o kadar yüksek ki, “Olur mu öyle şey, hem gerek yok burada avukat arkadaşlar var, onlar da bize ücretsiz bu işi görür merak etmeyin!” falan deyince, biraz içim soğur gibi oldu.

Ben de para istemem, ücret ne ki? Para sizin köpeğiniz olsun, New York Baro’su sizin yanınızda! Biliyorum, İstanbul Barosu çoktan alarma geçip Ankara’ya doğru Yargı Seferi’ne çıkmıştır. Sen misin adalete saldıran, sen misin savcıya “bozuk” diyen!? Vereceksin hesabını!

Ama tüm bunlar olurken, Nuh Bey bir şeyi daha hatırlattı, sayın savcımı, Edirne’ye sürmüşler. Bu kabul edilemez. Edemem yani, nasıl olabilir? Hem adama söveceksin, yetmeyecek bir de süreceksin! Neyse ki Adalet.Org’da hala üye. Bir de oradan atsalar?!

Yargı dediğin, böyle zamanlarda belli olur. Yek vücut olacaksın, iri olacaksın, diri olacaksın, dim dik duracaksın! Nah işte böyle! Yani dim dik! Eğilmeyeceksin, seni eğmeye kalkarlar, sana saldırırlar, böyle bir sürü iftira yersin, misal “Umre’ye bilmem hangi işadamı götürmüş – getirmiş” derler; gidiş – geliş faturalarını, mini bar faturalarını toplayacaksın; “Saat aldı taktı!” derler, faturasını saklayacaksın, mümkünse saati takmayacaksın!

Bir de bu sana destek olan arkadaşlarını unutmayacaksın, misal ben, uçak biletini kendi cebinden ödeyerek size yardım ve hizmet etmeye can atan gariban Thomas Yawton’ı unutmayacaksın, onun çırpınışlarını hatırlayacaksın, kim bilir belki bir gün benim de Türkiye’de bir yardıma ihtiyacım olur, bir haciz olur, ne bilim bir ihtiyati tedbir olur, şak diye vereceksin, beni de mağdur etmeyeceksin, ne demişler, bugün bana yarın sana… Yargı olarak böyle dim dik duralım, iri olalım diri olalım, dolgun olalım, elini atanın eline gelelim!

Her zaman yanınızda olan ve hizmete hazır arkadaşınız olarak bir kez daha kınıyorum olanları, yanınızdayım; Nuh Hüseyin kardeşime de HSYK seçimleri yaklaşıyor başarılar diliyorum ayrıca…


Sevgiler, 

HELA!

Sabah sabah gözümü açıyorum, o da ne?

Elamanın biri, af buy’run “avukat” diyesim, “meslektaşım” diyesim gelmiyor; Facebook’unda bir şey paylaşmış. Neymiş efendim, yok avukatlar helaya girmesinmiş de, yok efendim, girerse başsavcılık işlem yapacakmış da, yok anahtar verilmesinmiş de!

Yaw sizin hiç mi utanmanız yok arkadaş?

Bu tür sudan, kıçtan problemleriniz için sayın başsavcıyı niye rahatsız ediyorsunuz, bu mudur yani mesleki ahlakınız yaw? Unutmayın, bir zamanlar siz de onunla aynı sıralarda oturdunuz, belki aynı masada yemek yemek nasip oldu, belki aynı sınav sorularında siz buram buram ter dökerken, sayın başsavcı denizle traktör lastiği ile yüzer gibi şakır şakır sınavları geçip, yanınızdan süzülüp taaaa en yükseğe, zirveye çıktı.

Bunun kıskançlığı içinizde kalmış belli, belli ki, sudan sebeplerle, evet evet, aynen sudan sebeplerle tabiri caizse “Acaba nereden bir şey bulurum?” diye didikleyip duruyorsunuz.

Haydi anam, size buradan ekmek çıkmaz!

“Avukat” dedin mi benim gibi olacak. Ben misal, 10 saat büyük abdestimi, yedi saat küçük abdestimi tutabiliyorum. Ya sizler, kendinize bakın, siz nasıl avukatsınız? Yoksa helanız eskimesin diye, bedava diye, beleş diye, tuvalet kağıdı ziyan olmasın diye, suya para vermeyesiniz diye adliye helasını mı kullanıyorsunuz?

Ah ah, oysa böyle mi olmalı yaw?

Misal ben, sabah uyandım mı, önce açıyorum ulusal yargı ağımı, önce hakim – savcı müvekkillerimin dosyalarına bakıyorum, para da istemem ha, maksat hakimime – savcıma hizmet olsun, onlara da değil, adalete, insanlığa, dine, imana hizmettir gayem, yoksa başka ne yaw?

Önce bakıyorum, dosyalarda bir hareket var mı, diye? Sonra hemen arayıp, tekmil veriyorum. Hal ve hatırlarını soruyorum, bir istekleri, emirleri, arzuları var mı; teker teker notlarını alıyorum?!

Siz, bunları yapmıyorsunuz, biliyorum; yapamazsınız da, varsa yoksa şikayet çünkü…

Ne diyordum, ha “hela” diyordum, “ayıp” ettiniz, “Allahsızsınız” diyordum!

İşte böyle… Şimdi marifet gibi, yorum üstüne yorum girenler var, siz kendinizi sorgulayın, ne verdiniz Allahınızı severseniz, ne verdiniz bu adliyeye, hangi biriniz bir hakimin bir savcının bir sorunu ile ilgilendi? Hiç biriniz, varsa yoksa şikayet yaw!

Ne diyeyim bilemiyorum. Ayıptır, yazıktır, günahtır, başka ne diyeyim! Allah savcılara – hakimlere sabır versin, insanı dinden çıkartır yorumlarınız, insanın sinirini zıplatır, değer bilmezsiniz, kıymet bilmezsiniz.

Yazıklar olsun! Utanıyorum, sizinle meslektaş olmaktan! 




2 Haziran 2014 Pazartesi

YUSUF'U EN İYİ BEN ANLARIM!

Amerika’da her şey güllük güneşlik. Zaten bahar gelmiş yaza girmiş, kelebekler uçuşuyor, sincaplar dersen oynaşmanın derdinde, kuşlar desen, o vakti dahi aşıp kuluçkaya yatmışlar.

İşte bu mükemmel hayatımız çok üzücü bir haberle karanlığa, yokluğa ve hiçliğe yuvarlandı. Şimdi siz oradan Soma mı, diye geçirdiniz biliyorum.

Hayır efendim, onunla ilgili ama o değil tam olarak. Malum, hayır ve şerh –sizin dininize göre- Allah’tandır. Biz de benzeri bir şey var, “Sana bir tokat atana öbür yanağını da uzatacaksın!”

Biz böyle gördük, böyle bildik. Bu yüzden bunu sorgulamak bana düşmez. Zaten sizin başbakanınız gerekli şeyleri söyledi.

Benim huzurumu kaçıran şey, Sayın Başbakan’ın danışmanlarından Sayın Yusuf Bey’in taciz ve tahrik edilerek, ayağının burkulması hadisesidir.

Bendeniz de böyle bir hadise yaşadım, onun neler hissettiğini en iyi ben bilirim.

Bundan yıllar evvel, adalete çok önem veren, ki hala veririm, bir avukattım. Adalete o kadar önem veriyorum ki, onun gerçekleşmesi için derimi isteseler soyup veririm, öyle bir ruh hali içerisindeydim. Tabi beni anlayan anlar, anlamayanlar aynen Sayın Yusuf Bey’e yaptıkları gibi bir linç kampanyasına dönüştüreceklerdir konuyu. En basitinden “yalaka Yawton” gibi iğrenç isimler bulacaklardı bendenize. Ama umursamam efendim, umursamam; adaleti sevmek yalakalıksa evet ben en büyük yalakalım. Hatta jöleli yalakayım!

Neyse efendim. Bendeniz, birgün mahkemeden çıkmışım, yandan bir bağırtı geliyor. Avukatın birisi, avazı çıktığı kadar hakime bağırıyor, hakim tabi adalet insanı, bu azgın avukat gibi cazgır değil, sesi soluğu çıkmıyor. Tam ben bu azgın avukatın bağırmalarını duyunca, bir anda oldu, nasıl oldu bilmiyorum, kanım beynime sıçradı.

Ulan sen kimsin, diyip; atlamış mıyım adamın üzerine!

Vuruyorum da vuruyorum, vuruyorum da vuruyorum.

Derken ayıldım.

Meğer, hakime bağırıp çağıran avukata “Ulan sen kimsin?!” diye uçarken, o cazgır avukat, bana bir koymuş, ağzım – burnum birbirine girmiş, girmekle de kalmamış, dilimi de yutturmuş bana!

İki günlük kesif bir koma hali!

O koma halinde sürekli aynı bandı izlemişim. Vuruyorum da vuruyorum, vuruyorum da vuruyorum.

Ağzımı – burnumu düzeltmek bana bayağı bir pahalıya patladı, dilim ters dönüp gırtlağıma kaçtığı için biraz his kaybı yaşadım doğrusu, yalama kabiliyetim ve tat duyum biraz sekteye uğradı. Eskisi kadar rahat yalayamıyorum, yaladığım zaman da eskisi kadar keyif vermiyor ama olsun, ne yapayım?

İşte adalet için kendimi bu tür şeylere atan birisiyim. Sayın Yusuf Bey’i de bu yüzden taktir ediyorum. Ben dayak yedim adalet için, Yusuf Bey de mi yesin? O da yerlerde yuvarlansın, onun da mı dili genzine düğümlensin, dili kabiliyetini kaybetsin? Bir kurban yetmez mi?

Onun, ruh halini de anlıyorum. Aynen hakime laf söyleyen avukat beni nasıl delirtti ise, Sayın Başbakan’a Kabataş İskelesi’nde bir han’fendiye saldıran sapık insanların bitmez tükenmez hakaret ve iftiraları ile yaklaşan o çılgınlar da onu delirtti.


O şanslı imiş, ben çok şanssızdım. O iki günlük komada bile o adamı dövüyordum. Sayın Yusuf Bey, o adamı benim yerime de dövdü, sadece bunu biliyor ve teselli ediyorum kendimi…

BENDENİZ THOMAS YAWTON!

Bir iki bir şey yazayım dedim. Aman Tanrım, bu nasıl bir ilgi, nasıl bir izdiham. Yazılarım peş peşe yayınlanınca “blogger”dan bir mesaj geldi: “Sunucularımız kendi kendini kapattı, yazılarınıza olan ilgiyi karşılayamıyoruz!” diyordu.

Tabi, ben bu kadar ilgiyi beklemiyordum. Ama haliyle, güzel yazıyorum. Yazılarım güzel olunca, okuyucu da yorulmuyor, okuyor babam okuyor.

Ancak yine de kendimi frenlemem lazım. Ben de insanım, insan olduğum kadar da düşünceli, çevreye ve başkalarına saygılıyım. İstemem ki, yazılarıma yoğun ilgiden dolayı “Blogger”ın sitesi çöksün. O yüzden birkaç gün ara verdim. Onlara da ayıp etmiş olmayalım.

Bu arada, birisi nereden e-posta adresimi bulmuş bilmiyorum. “Yawton ne ayak?” diye bir e-posta göndermiş. Kısaca böyle özetlenebilir yani, “Ne ayakmışım?”.

Normalde ayaklarım sıcakta şişmemişlerse 42 – 42 giyiyorum Avrupa ölçülerine göre. Amerikan ölçüsüne göre de 10.5 oluyor haliyle.

Bu soru, benim aklımı da birkaç gündür kurcalıyor aslında. Ne ayakım ben? Daha doğrusu biz ne ayakız? Bu meseleyi daha evvel kurcalamıştım. Meraklı izleyenlerime de bendenizi tanıtmanın zamanı geldi bence.

Efendim bendeniz, Thomas Yawton. ABD’nin New York Eyaleti’nde avukatlık yapıyorum. Aslen İrlandalı’yım. Ana tarafım bir İskoç’tur ama biz kendimizi İrlandalı sayarız baba tarafımız yüzünden. Kırmızı Urbalılardan hiç mi hiç hazzetmeyiz. Bu konuda Türkler ile benzeşiyoruz.

Bendenizin taaa büyük büyük dedeleri İrlanda’da yaşanan büyük kıtlıkta, canlarını kurtarmak umuduyla elde avuçta ne varsa vahşi kapitalist – burjuva bir gemi tüccarına vermişler kendilerini New York’a getirsin diye. O alçak kaptan da, bizimkileri New York’a getiriyorum ayağına götürüp Kolombiya’ya bırakmış. Nereden bilecekler, toprak mı toprak, hava mı hava, Amerika mı Amerika?! Tabi bir müddet yaşadıktan sonra anlamışlar orası Güney Amerika. Sonrası zaten perişanlık, yürü babam yürü, yürü babam yürü… Tam altı ayda Kuzey Amerika’ya gelebilmişler. Tabi yolda ölen mi dersin, doğuran mı dersin, yılanın – çıyanın, akrebin soktuğu mu dersin!?

Neticeten gelmişler, yerleşmişler. Tabi adamlar köylü. Ne bilirler ticareti, sanatı. Varsa yoksa, patates! Para da etmiyor mübarek. Sefalet dolu bir yaşantıları olmuş ilk nesillerin. Genelde beş parasız ölmüşler. Bir yandan bu dertler bir yandan Novajoların bitmez tükenmez bilmez saldırıları. Orada da birkaç kişi sizlere ömür.

Neyse efendim, bendenizin atalarının hayatında kayda değer bir olay yok görüldüğü gibi. Ama bari tek aile maceramızı anlatayım da yazı boşa gitmesin. O zaman, yani bundan bayağı bir önce; Amerika’da soyadı kanunu çıkmış. Herkes bir soyadı seçiyormuş kendine. Tabi bizimkiler ne anlar soyadından. O zamanki büyük büyük dedemin adı da O’Brien’mış. Etrafındakiler de ona “Mal O’Brien” derlermiş. Ne mallığını görmüşler ben de bilmiyorum ama böyleymiş. İşte o rahmetli de nüfus memuruna gitmiş. Memur buna sormuş, “Senin soyadın ne olsun?” diye. O da, “İsa çarpsın günahım varsa ama arkadaşlar bana Mal O’Brien derler yaw!” demiş.

Nüfus memuru, kurnaz mı kurnaz bir İngiliz; “Yapma yaw, o halde gel senin soyadın Yaw olsun!” demiş. Dedem, “Yaw, çok kısa kalıyor, gel bunu Yawi, yapalım!” deyince; İngiliz memur da “Yawi Musevi ismine benziyor, sana uymaz senin soyadın bundan böyle Yawton’dır, itiraz istemem!” demiş yazmış deftere.

İşte o günden bugüne soyadımız “Yawton!”.

Tabi bu hikaye dedemin anlattığı. Dedemin karısına göre ise hikaye başka. Dedem memurun önüne gidince, “İki dakka düşüneyim yaw!” demiş. Memur, uzayan kuyruğu bakmış, hiçbir şey demeden, “Yawlatmam yazarım!” deyip şak diye çakmış “Yawton” soyadını.

Neyse ne anası satayım, ha Thomas Yawton, ha Yawton Thomas!

Elbette avukat olarak fiyakalı bir soyadım olmasını ben de isterdim ama, kader; neyse kaderimiz onu yaşarız…